27 Şubat 2024 Salı

2024 Yılında Okuduğum Kitaplar-Şubat

 




Ocak ayı çok uzun sürmüş gibi gelse de Şubat ayı sanki uçarak geçti. Bu ayı üç kitap okuyarak bitirmişim ve aldığım karara uyarak kısa da olsa okuduğum kitapları yazmaya devam ediyorum. Aferin bana ve omzuma küçük pıt. 

İstanbul'u Bul Bana-Hulki Aktunç

Şubat'ın ve şimdiye kadar 2024 yılının en güzel kitabı Hulki Aktunç'un 'İstanbul'u Bul Bana' kitabı oldu. Daha önce hiç Aktunç okumamıştım. Ayfer Tunç 'Kuru Kız'da o kadar çok bahsetmişti ki geçen seneden bu yana hep aklımdaydı. Kısmet bu kitapla başlamakmış. 'İstanbul'u Bul Bana' Hulki Aktunç'un 'Kostantınıyye Haberleri' gazetesine yazdığı denemelerden oluşuyor. Bu denemeleri bulup, derleyen editör Bengü Vahapoğlu'na özel teşekkür etmek lazım. Çünkü bu yazıların kaybolup gitmesi gerçekten çok yazık olurmuş. 

İstanbul'un delileri, argosu, kedileri, sorunları ve farklı karakterleri Aktunç'un lezzetli kalemiyle bizimle buluşuyor. İstanbul'u seven herkesin okuması gereken, pek hoş bir kitap. Yitip giden şehre ve geri gelmeyecek insanlara dair nefis yazılar. 

Kapaktaki Ara Güler fotoğrafı bu kitaba ancak bu kadar yakışır.

Hulki Aktunç okumaya devam edeceğim. 'Büyük Argo Sözlüğü'nü aldım, arada karıştırıyorum. 


Ankara- Yakup Kadri Karaosmanoğlu

Cumhuriyet dönemi okumalarına devam ediyorum. Yakup Kadri'nin 'Ankara'sı da bu türün bir klasiği. Milli mücadele döneminde başlayıp, yeni devletin kuruluşu ve sonrasında Ankara'da ve toplumda yaşanan değişimleri anlatan kitap son derece eleştirel. Vatanı kurtarmak için başlayan mücadelenin nasıl yozlaştığını, bozulduğunu ve kişisel kazanç hırslarının öne çıktığını gösteriyor. Batı kültürünün yıkıcı etkisine açılan ve değişen  karakterlerin hepsi çok sembolik. Son bölüm ise Karaosmanoğlu'nun ideal ve yozlaşmamış Ankara'sını anlatan bir ütopya. 

Dönemi anlamak için önemli bir eser ama edebi açıdan fazla didaktik ve mesaj kaygılı. 






Hiç bir zaman tam olarak anladığımdan emin olamasam da evrim ve genler hakkında okumayı çok seviyorum. Her seferinde hem ne kadar çok hem de ne kadar az şey bildiğimizi fark ederek, büyük keyifle okuyorum bu tip bilim kitaplarını. 

Adam Rutherford bu kitapta evrimi ve hepimizin hikayesini anlatmış. Evrimin zannettiğimiz gibi bir ağaç gibi değil, karışık bir çalı gibi olduğu bilgisi bile benim için önemli. Evrim varılacak bir sonu hedeflemiyor, sürekli devam ediyor ve edecek. İnsanı diğer türlerden üstün kabul edebileceğimiz bir durum yok, günümüze gelen tüm türler aynı başarıyı göstermiş durumda. Ve yok olmayacağımızın hiç bir garantisi yok. Bir anda insan türü yok olabilir ve hayat yine akar gider. 

 Darwin ve Darwin'in kuzeni Francis Galton başta olmak üzere onlarca bilim adamı ve projenin hikayesi var kitapta. Genom haritalarının çıkarılmasıyla beraber bilimsel gelişme çok hızlanmış ve daha da hızlanacak. 

Ne yazık ki bu kitaplardan aklımda istediğim kadar çok şey kalmıyor. O nedenle aynı konuyu tekrar tekrar okumaya çalışıyorum. 

Mesela bu kitapta aklımda kalan konulardan biri kulak kirimizin tipinin bile genetik olarak farklı olabileceği. Neandertallerin yok olmadığı ve genetik olarak bizimle yaşamaya devam ettikleri de öyle. 

Bu kitap bu alanda okuduklarımın en iyisi değil ama yine de okuduğuma memnunum. 



30 Ocak 2024 Salı

2024 Yılında Okuduğum Kitaplar-Ocak

 

Bu yılbaşında aldığım klasik kararlardan biri; daha çok blog yazısı yazmaktı. Yazmaya başlamak zor geliyor, üşeniyorum ama aradan zaman geçtikten sonra yazdıklarımı okumayı seviyorum. O zaman daha çok yazmak lazım.Düşünmek, düşüncelerimi düzene koymak, hatırlamak için de yazmak mühim. 

Her kitap için ayrı post yazamasam da en azından her ay okuduğum kitapları toplu olarak yazabilirim diye düşündüm. O zaman Ocak ayıyla başlayalım. 




Açık Sır-Stella Rimington


2024 yılının ilk kitabı İngiliz İç İstihbarat Örgütü MI5'ın ilk kadın direktörü Stella Rimington'un otobiyografisi 'Açık Sır' oldu. Rimimgton'un gayet açık yüreklilikle yazdığı kitap, İkinci Dünya Savaşı'nda geçen zorlu çocukluğu ile başlıyor. Günümüzde 'travma' olarak adlandırılan nice olay, o zaman için hayatın olağan akışına dahil. Savaşın bitişiyle değişen yaşam, üniversite ve iş yaşamına adımlarla beraber kadının rolünü görmeye başlıyoruz. Kahkahalarla okuduğum yerler olmakla beraber son derece sert bir kitap aslında. Eşinin görevi nedeniyle Hindistan'a giden Rimington devlet göreviyle orada tanışıyor ve sonra adım adım istihbarat örgütünde en tepeye kadar yükseliyor. 


Kadının çalışma hayatındaki rolü ve değişimi üzerine çok fazla bölüm var. Tüm çalışan anneler gibi Rimington da işe çocuğunu getirmek zorunda kalıyor. Ama iş gizli ajanla, gizli evde buluşma olunca işe çocuk getirmek komik bir hal alıyor. Ya da bir ajanı taraf değiştirmeye ikna etmeye çalışırken, ajandan hasta çocuğu hasteneye götürmek için taksi parası borç alınca görev başarısızlığa uğrayabiliyor. Hem casusiyeye hem de kadın haklarına meraklı biri olarak samimi bulduğum ve etkilenerek okuduğum bir kitap oldu. 


Rimington otobiyografisinden başka casus romanları da yazmış. 





Karasevdalılar-Javier Marias



Javier Marias'ı nasıl ve kimden duydum tam olarak hatırlamıyorum. Geçen senenin sonunda ilk olarak Berta Isla'yı okudum ve çarpıldım. Basit bir hikayeyi, bu kadar derinlemesine ve yoğun anlatmak müthiş bir edebi beceri. Marias okumaya devam edeceğim belliydi. 


O yüzden yılın ilk kitaplarından biri 'Karasevdalılar' oldu. Marias yine basit görünebilecek bir konu seçmiş. Birbirini çok sevdiği belli olan ve her sabah aynı kafede kahvaltı eden evli bir çift ve onların mutluluğuna kafede şahit olan bir kadın. Evli çiftten koca, saçma bir şekilde cinayete kurban gider ve olaylar gelişir. Az sayıda karakter yine çok derinlemesine inceleniyor. Tek bir bakışla bu kadar çok şey anlatılabilir mi? Duygular bu kadar derinlikli anlaşılabilir mi? Marias gerçek bir sihirbaz. Bu kitapta da Marias sonda bir 'twist' yapıyor ve biz son sayfayla beraber kendimizi uzaklara bakarken buluyoruz. Çok,çok iyi. 



Yaban-Yakup Kadri Karaosmanoğlu


Yeni işim nedeniyle Cumhuriyetin ilk dönemiyle ilgili elimden geldiğince okumaya çalışıyorum. O nedenle  bu alanın klasiklerinden olan Yakup Kadri'nin 'Yaban'ını tekrar okudum. Üniversitede Ayhan Aktar'ın 'Sosyoloji' dersinde 'Türk Romanı paralelinde Tarih' başlığı altında okumuştuk. 


Kitap, bir Osmanlı aydınının Anadolu ile tanışmasını son derece sert bir şekilde anlatıyor. Günümüzün popüler tabiriyle 'Anadolu irfanı' tüm çıplaklığı ile burada. Ahmet Celal tipik bir Tanzimat aydını olarak halkın çıkarcılığı, acımasızlığı ile karşılaşıyor ve başta kabul etmek istemese de kabahatin kendisinde ve kendisi gibilerde olduğunu anlıyor. 


Anadolu cephesinde değişen bir şey yok!



Heveskar Çevirmen-Osman Akınhay


‘Heveskar Çevirmen’de Osman Akınhay hapishane yıllarında başlayan çevirmenlik macerasıyla beraber Türkiye’deki yayıncılık sektöründeki değişimi ve solun hikayesini de anlatmış. Müebbet almış bir genç nasıl hapiste İngilizce öğrenir, onlarca kitap çevirir?

İçerde nasıl bir hayat var? Aziz Nesin’den, Elif Şafak’a yayıncılık dünyasından onlarca karaktere rastlıyoruz. Solun çökmesinin etkileri,yayıncılığın siyasal /kültürel bir alan olmasından bir ‘piyasa’ haline gelmesi, kişisel gelişim Kitapları furyası, Doğan Cüceloğlu’nun şaşırtıcı teklifi ve daha pek çok ilginç anı. ‘Heveskar Çevirmen’ zorlu bir hayatın, azimli hikayesi.

15 Aralık 2021 Çarşamba

Kafamızın içindeki dırdırcı sesi nasıl dizginleriz?

 Kafanızın içindeki ses size ne diyor? Hepimizin, bizimle durmadan konuşan bir iç sesi var. İnsanlar sürekli kendileriyle konuşuyorlar ve kendimizle yaptığımız bu sessiz sohbetler tüm hayat kalitemizi etkiliyor. 

Hepimiz kendimizle konuşuyoruz ve kendimizi dinliyoruz. İç ses insan zihninin en olağanüstü özelliklerinden biri ve bizi diğer canlılardan ayırıyor. İç sesimizin bize verdiği acı aslında bize yol gösteriyor.  Fakat bu iç ses kimi zaman bizi döven, acı çektiren hatta paralize eden bir hale bürünebiliyor? İç sesimizi dizginlemenin, kontrol edebilmenin ve bizi mutlu edebilecek şekilde kullanabilmenin bir yolu var mı? Kendimizle yaptığımız konuşmaların doğasını ne şekilde değiştirebiliriz?

Bilinçli zihni kontrol etme konusunda dünyanın önde gelen uzmanlarından Doktor Ethan Kross bu konuyla ilgili dünya çapında popüler olan bir kitap yazdı. Türkiye'de Domingo Yayınları tarafından basılan kitabı adı 'Geveze! 'Kafamızın İçindeki Dırdırcı Ses ve Onu Dizginlemenin Yolları' alt başlığıyla yayınlanan kitabı çok beğenerek okudum. Pratik önerilerle dolu olan kitabı, kaygı yaşayan ve kafasının içindeki dırdırcı sesten şikayet eden herkese tavsiye ederim. 




Kitaptaki araştırma ve bilgilere dair kısa notlar paylaşmak istedim. 

  • 21. yüzyılın en moda konularından olan içe dönme ve anda kalma tavsiyeleri herkese uygun değil. Hatta genel olarak kimseye uygun değil. Çünkü beyinlerimiz anda kalmaya uygun olarak evrimleşmemiş. Geçmişten ders almak ve geleceğe dair tehlikeleri düşündüğümüz için hayatta kalabilmiş bir cinsiz.  Yaşam süremizin ancak üçte birini gerçekten anı yaşayarak geçirebiliyoruz. Geri kalan zamanlarda zihnimiz geçmişte, gelecekte ya da olasılıklarda gezinip duruyor. O nedenle meditasyona oturup, anda kalamadığınız zaman kendinizi dövmeyin. 
  • Araştırmalara göre içe ve düşüncelere dönmek-özellikle endişeli zamanlarda- faydadan çok zarar getirebiliyor. Çoğu zaman düşüncelerimiz bizi düşüncelerimizin kıskacından kurtaramıyor. Aksine sinsi bir dırdırcı sesin doğmasına neden oluyor. Kendimizle yaptığımız konuşmaların şeklini ve doğasını değiştirmek ve sesin olumlu etkilerini hissetmek ise mümkün. 
  • Kafamızın içindeki ses çok hızlı ve sürekli konuşur. Araştırmalara göre kendimizle konuşma hızımız dakikada dört bin kelime. Normal konuşmada saatte altı bin kelime konuştuğumuzu düşünecek olursak kafamızın içinde bir makineli tüfekle yaşıyoruz diyebiliriz. 

İç sesimiz ona en çok ihtiyaç duyduğumuz zamanlarda-kaygılı/stresli anlarda dırdırcı sese dönüşür ve bizi baltalar. İşteki performansımızı ve sevdiklerimizle ilişkimizi etkiler. 

İç sesimiz denen sözel akış kişiliğimizi oluşturmak, hayatta kalmak ve karar vermek için çok önemli.İç sesimiz hem bir zayıflık hem de büyük bir güç.  Peki onu sakinleştirmek için neler yapabiliriz?

  • İç sesiniz dırdırcı hale geldiği zaman olaya çok yakından değil, uzaklaşıp geniş açıdan bakın. Kendinize ve içinde olduğunuz duruma uzaktan/dışardan bakın.Olayın içine gömülmeyin, mesafe alarak değerlendirin. Alevli bir şekilde değil, bir adım geriden bakarak değerlendirin. Zihinsel uzaklaşma ve geniş bakış sayesinde olasılıkları daha sakince değerlendirirsiniz. Başınıza gelen olayın bir arkadaşınızın başına geldiğini düşünün ve kendinize bir arkadaşınıza vereceğiniz tavsiyeleri verin. 
  • Zamanda yolculuk edin. Yaşadığınız sorunun 10 sene sonra sizin için ne kadar önemli olacağını düşünün. Ya da geçmişte üstesinden geldiğiniz sorunları düşünerek, şu anki sorunu da aşacağınızı hayal edin. 
  • Kendinize isminizle seslenin. Kendinizle konuşurken, isminizi kullanarak sanki başka biriyle konuşur gibi konuşun. Biliyorum biraz delirmiş gibi hissedeceğinizi düşünüyorsunuz ama araya mesafe koymak için çok işe yarıyor. 'Defne, ne yaptığının farkında mısın? Bir sakin ol' Hatta kendine böyle seslenmenin bir adı da varmış. 'İlleizm' deniyor ve başta kulağa kibirli gelse de insanın kendi duygularıyla arasına mesafe koymasını sağlıyor. Mesafeli iç konuşma, durumla aranıza da mesafe koymanızı sağlıyor. 
  • Doğaya çıkın. Doğada bulunmanın, açık alanlarda yürüyüş yapmanın psikoloji ve iç sesi sakinleştirmek üzerindeki etkisini hepimiz biliyoruz. İlginç olan bizzat içinde olamasak bile doğa fotoğraflarına bakmanın, videolarını seyretmenin bile olumlu etkisi olması. 
  • Çevrenizi düzenleyin. Bulunduğunuz ortamı derleyip, toplamanın hayatımızı kontrol edebiliyor olma hissimiz üzerinde büyük bir etkisi var. Yani büyük sınavlar öncesi aniden temizliğe girişiyor olmanız aslında son derece doğru bir hareket. 
  • Plasebo etkisinden yararlanın. Zihin hem kendinizi kötü hissettirebilir, hem de rahatlatabilir. Korku ve kaygılarınızı götürecek bir nesnenin varlığı ve faydası bilimsel olarak da ispatlanmış. Yani inanırsanız nazar boncuğunuz sizi gerçekten koruyabilir:) 

Kitapta bunlar dışında da pek çok öneri ve araştırma da var. Fiziksel temas, sevilen kişilerin fotoğraflarına bakmak, kendinizi yazarak ifade etmek gibi öneriler de var. Fakat ana konu içinde yaşadığınız ana ve duruma mesafe koyabilmek.

Zihnimiz ve iç sesimiz bizim en büyük gücümüz. Onu kontrol etmek her zaman mümkün ve faydalı olmasa da sakinleştirmek elimizde. Deneylerle kanıtlanan metodları öğrenmek için bu kitabı tavsiye ederim. 


1 Aralık 2021 Çarşamba

Moralinizi nasıl yüksek tutuyorsunuz?

Twitter en sevdiğim ve en çok vakit geçirdiğim sosyal mecra. Gündemi takip etmek, zekice ve esprili yorumları görmek için gün içinde sık sık kullanıyorum. 30 Kasım 2021günü o günkü genel ekonomik belirsizlikler ve felaket haberlerinin de etkisiyle bir twit attım. 

'Moralinizi nasıl yüksek tutuyorsunuz? Ciddi olarak soruyorum.'

Bu çok basit twit hiç beklemediğim bir etkileşim aldı. Üzerinden 24 saat geçmeden 1 milyon 700 binin üzerinde bir görüntülenmeye ulaştı ve sekiz yüzün üzerinde yorum aldı. Çok takipçili hesapların etkileşimi sayesinde ilk kez bu kadar yüksek bir etkileşim yaşadım. 

Twitter kullanıcıları çok büyük bir içtenlikle moral durumlarını ve kişisel olarak neler yaptıklarını paylaştılar. Ben de belki birilerine faydalı olur diye en çok gelen önerileri listelemek istedim. 

Öncelikle bu twitin aldığı etkileşim insanların morallerinin iyi olmadığını çok net bir şekilde ortaya koyuyor. Gelen yanıtların büyük bir çoğunluğu 'Artık moralimi yüksek tutamıyorum. Hatta tutmaya yeltenmiyorum' minvalindeydi. Bu durumu işin profesyonelleri çok daha iyi değerlendirecektir eminim ama günümüzde endişe ve kaygının bu kadar yaygın olmasının geleceğe uzanan etkileri olacağını düşünüyorum. 

Gelelim yüksek tutmaya çalışanların neler yaptığına. 

  • Öncelikle egzersiz, müzik, dans, komedi dizisi izlemek ve dostlarla sohbet son derece önemli. 
  • Açık havada vakit geçirmek, negatif insanlardan uzak kalmak ve gündem haberlerini çok yakından takip etmemek de sık tercih ediliyor. 
  • Sanatla ya da bahçe ile uğraşıp elleri meşgul tutmak iyi bir moral aracı. 
  • Değiştiremeyecekleri gerçekleri kafaya takmamaya başlamak da çok önerildi. 
  • Çocuklarla vakit geçirmek ve onlarla ilgili hayaller de moralleri yükseltiyor. Evcil hayvanlar -özellikle kedi ve köpek- en büyük moral kaynağı. Kendisinin hayvanı olmayanlar kedi videosu izleyerek bile moral bulabiliyor. 
  • İçki içerek rahatlamak da sık tercih ediliyor. 
  • Ayrıca anti-depresan kullanımı da görebildiğim kadarıyla hayli yaygın. Zaten açıklanan raporlar da ülkemizde antideprasanların ne kadar yaygın kullanıldığını gösteriyor. 
  • Gelen ilginç metodlardan biri de aşık olmaktı. Aşık olunduğunda yaşanan sarhoş edici mutluluk hali sayesinde en zor günler bile mutluluk içinde geçebiliyor. 
  • Gülmek ve en önemlisi umudu korumak da moralimizi yüksek tutmanın yollarından. 
Kişisel mutluluğumuz tabii ki çevresel etkenlere ve dünyanın ve ülkemizin içinde bulunduğu şartlara çok bağlı. İçimize dönmek, gerçeklerden kaçmak ya da bize etkisi yokmuş gibi davranmak mümkün değil. Ayrıca akılcı da değil. Zor günlerden geçtiğimizi bilerek, moralimizin bozulmasının da sağlıklı ve normal olduğunu anlamalıyız. Tüm zor zamanların elbet bir sonu olduğunu bilerek, moralimizi kendimize uyan yöntemlerle yüksek tutmaya çalışmalıyız. Çünkü her zaman umut vardır!







4 Ekim 2021 Pazartesi

Kirke'nin artık hem adı, hem hikayesi var

 Madeline Miller'ın yazdığı 'Ben, Kirke' uzun zamandır gördüğüm ve arkadaşlarımın önerdiği bir kitaptı. En son edebiyat zevkimizin uyduğu Zeynep de önerince aldım ve okumaya başladım. Popüler bir kitap olduğu için beklentim çok yüksek değildi açıkçası. 

Fakat 'Ben, Kirke' ilk cümlesinden itibaren beni şaşırttı ve içine çekti. 'Ben doğduğumda, olduğum şeyin bir ismi yoktu.' Kitap bu cümleyle başlıyor ve isimsiz bir mitolojik varlığın (nympha) kendini var etme hikayesini anlatıyor. Tam bir kadın hikayesi. Hor görülen ve  aşağılanan bir genç kızın öfkesi ve inadıyla kendini yaratması ve babası ve Tanrılar tarafından cezalandırılmasına rağmen(ve belki de bunlar sayesinde) kendi hayatının iplerini eline almasını okuyoruz. Kadın olmak, aşık olmak, doğurmak ve anne olmayı mitolojik bir varlıkla beraber tekrar yaşıyoruz. Doğum depresyonu ve ergenlerle çatışma insanlara has değilmiş:) 




Yazar Madeline Miller Latince, Yunanca ve Shakespeare üzerine uzmanlaşan bir eğitimci. Mitolojik öykülerin yeniden ve feminist bir bakış açısıyla yorumlanması olarak tanımlanabilecek bir tarzı var. Odysseus Destanı'nda 'adada yalnız yaşayan cadı' olarak bir iki satırla geçen Kirke'yi merkeze alarak yazdığı roman, tarih boyunca adı anılmamış kadın kahramanları hatırlamamıza neden oluyor. Mitolojiyi sevenler zaten ilgiyle okuyacaktır. Erkeği merkezi alan anlatılarla büyümüş bizlere farklı bakış açıları sunduğu için çok kıymetli. 

Yunan Mitolojisi günümüz Batı dünyasının temellerini oluşturduğu için hikayeleri okumak ufuk açıyor.  Çok erkek egemen, seksist ve günümüzde kadın sorunlarının temellerini oluşturan anlayışın tohumlarını bulabileceğiniz bir alan. Sadece Pandora'nın hikayesini okumak bile kadına bakışın temellerini anlamak için yeterli. O nedenle Miller'ın yaptığı gibi hikayedeki kadınlara adlandırmak ve seslerini duyurmak çok önemli. 


Tabii ki bu eser alanında ilk değil. Ursula K. Le Guin'in 'Lavinia'sı da Roma'nın kuruluş destanında yer alan ama adı kenarda kalmış Aeneas'ın eşi Lavinia'nın gözünden hikayeyi anlatıyordu. Bilmediğim pek çok farklı kitap da vardır eminim. 


 Miller mitolojiye hakimiyeti ve kaleminin gücü sayesinde hem sürükleyici hem de çok duygusal bir büyüme hikayesi anlatmış. Çevirmen Seda Çıngay Mellor 'un çevirisi de çok başarılı. Kitabın sonunda karakterleri anlatan kısa bölümler olması da çok faydalı olmuş. 

30 Kasım 2020 Pazartesi

Suluboyanın Hayata Dair Öğrettikleri

 Korona günlerinin bana en büyük faydası suluboyaya başlamam oldu. Okulda resim derslerine özel bir ilgim yoktu, çizim ya da boyayla hiç ilgilenmedim. Resim sanatını, müze gezmeyi, ressamları ve dönemleri öğrenmeyi hep sevdim ama resim yapabileceğimi hiç düşünmemiştim. Resim ancak çok yeteneklilerin yapabileceği ve çok iyi olmadıkça denenmemesi gereken bir işti benim için. Mazallah rezil olabilirdim! 

Ders 1: Yeni şeyler denemekten korkmayın. 

Mart'tan itibaren evde kalmaya başlayınca kitap okumak ve dizi izlemek dışında kafamı dağıtacak bir uğraş aradım.Ve sosyal medya mucizesi girdi devreye. Twitter'da takip ettiğim Aslıhan Karay suluboya işlerini paylaşmaya başladı ve bu benim çok ilgimi çekti. Hem onun gelişimini görmek hem de Instagram ve Youtube'daki eğitim kanallarını seyretmek merakımı daha da arttırdı. Ve uzun zamandır ilk kez 'Mükemmel olmak zorundayım' fikrini kenara bırakıp yeni bir şey denemeye cesaret ettim. İnternetten bir suluboya seti, kağıt ve fırça sipariş ettim. Gelir gelmez de oturup, ilk denememi yaptım. Mucize gibiydi çünkü yapabildim. Ortaya çıkan çok korkunç bir şey değildi. Yeni bir şey denemek korkulacak bir şey değildi. 

Ders 2: Sosyal medyanın faydası onu kullanım şekline bağlı. 

Suluboyada en büyük öğretmenim Youtube'daki yerli ve yabancı suluboya kanalları oldu. Gerçekten  müthiş bir hizmet. En basit kurallardan, farklı tekniklere, yaratıcı önerilerden, malzeme seçimine kadar her konuda bilgi var. İzlemesi de adeta terapi gibi. Tabii ki biraz hayaller, gerçekler durumu oluyor. Bob Ross'un 'Şuraya küçük bir ağaç yapalım' deyip bir fırça hareketiyle çok inandırıcı bir ağaç yapması ve sizin evde kalakalmanıza benzer anlar yaşadım. Çok basitmiş gibi görünen renk karışımları ve fırça hareketlerinin zorluğunu anladım. 

Boş zaman geçirme aracı olarak düşünülen sosyal medya mecralarının ne kadar zengin ve öğretici olabildiğini bir daha anladım. Henüz bir online kurs almadım ama eminim onlar da çok öğreticidir. 

Ders 3: Malzemeyi tanıyın. 

Suluboyanın malzemeleri çok belli ve basit. Su, boya,fırça ve kağıt. Ama her malzemeyi tanımak o kadar kolay değil. Bu malzemeler arasındaki en önemli olanın su olduğunu anlamam 6 ayımı aldı. Suyun miktarı, kağıt üzerindeki dağılımı, yönü bir resmin nasıl olacağını belirleyen en önemli unsur. Ayrıca suyu kontrol etmeyi öğrenmek hiç de kolay değil. Hatta belki tam anlamıyla kontrol etmek hiç öğrenilemiyordur. Bir miktar yön verilebilir ama su akar, kendi yolunu bulur. 

Malzeme ve su benim için aynı zamanda hayatın bir metaforu oldu. Hayatta da ailemizdeki insanları, arkadaşlarımızı, fırsatları tanımak ama gerçekten tanımak çok önemli. Kısa zamanda olabilen, kolay  bir şey de değil. Resim malzemesini farklı tekniklerde tanımak gibi insanları da farklı koşullarda tanıyabiliriz ancak. Zor zamanlardaki arkadaş davranışıyla partileyen arkadaş davranışı bir mi?

Ve aynı su gibi insanları ve hayatı da tam olarak bilmek,  kontrol edebilmek ya da hakim olabilmek mümkün değil. Zamanla ve tecrübeyle biraz da anlayabilirsiniz belki ama asla ne olacağını tam olarak bilemezsiniz. 

Ve aslında bu bilinmezlik hem hayatta hem de suluboyadaki en güzel şey. Suluboyayı suluboya yapan rastgele ortaya çıkan desenler, hata ile yapılan fırça darbelerinin beklenmedik sonuçları. Resme kişilik ve derinlik kazandıran anlık dokunuşlar. Tıpkı hayattaki gibi. Her şeyin planlanabildiği ve öngörüldüğü şekilde sonuçlandığı bir hayat yaşanmaya değer olur muydu? Hayatınıza sokacağınız insanları daha dikkatli seçebilirsiniz ama nasıl davranacaklarına siz karar veremezsiniz. Malzemenizi tanıyabilir, iyi geçinebilir ama asla tam olarak hakim olamazsınız. 

Ders 4: Ne zaman harekete geçeceğin çok önemli. 

Suluboyadaki teknikler biri; wet on wet. Yani ıslak zemin üzerine boyama yapmak. Suluboyanın kendine has hayali arka planlarını ve rüya gibi manzaralarını yapmak için nefis bir teknik. Fakat uygulamak o kadar kolay değil. Zeminin yeterince ıslak olmasını sağlamak, katlar arasında yeterince zaman bırakmayı öğrenmek, kağıdın yeterince kuruduğundan emin olmak için çok deneme yapmak gerekiyor. Çok ıslakken de yapmamalısınız, çok kuruyken de. Resme ne zaman müdahale edeceğiniz çok kritik. Çok erken de olmamalı, çok geç de kalmamalısınız. Tıpkı; hayattaki kararlarımız gibi. Ne zaman müdahale edeceksiniz? Müdahale etmeli misiniz? Yoksa çok mu geç artık? Hepsi ancak tecrübeyle öğrenilebiliyor. Hatta bazen ne kadar tecrübeli olsanız da yanlış karar verebiliyorsunuz. 

Ders 5: Bırgalama.

Dedemin lafıydı; 'Bırgalama' Çok gerekmedikçe, kurcalama, gereksiz müdahale etme anlamında kullanırdı. Suluboyada da resme gereksiz müdahale sadece fazlalık oluşturmaya ve resmi kötüleştirmeye yarıyor. Oraya bir dokunuş, buraya bir çiçek derken çorbaya dönen resimle başbaşa kalırsınız. 

Hayatta da elinizdekiyle yetinmek,çok kurcalamamak, sonuçları kabullenmek ve bırgalamamak önemli. 

Ders 6:Paylaşmak güzeldir. 

Suluboyaya başladıktan kısa bir süre sonra yaptıklarımı sosyal medya hesaplarımdan paylaşmaya başladım. Amacım tabii ki hem beğenilmek hem de başkalarının da heveslenmesini sağlamaktı. Başta yakın arkadaşlarım olmak üzere pek çok kişi yaptıklarımı beğendi. Ben de hem çok mutlu oldum hem de 'tabii, arkadaşım oldukları için beğeniyorlar' diye düşünerek özgüvensizliğime devam ettim. Arada kendim de yaptıklarımdan bazılarını beğendikçe 'Belki de gerçekten beğeniyorlardır' diye düşünmeye başladım. 

Paylaştıkça hem öneri almaya başladım hem de gerçekten arkadaşlarım da merak salmaya başladı. 

Ayrıca güne bir çiçek resmiyle başlamaktan kim şikayetçi olabilir ki?

Boya ve fırçaların altı ay gibi kısa bir zamanda bana öğrettikleri şimdilik bu kadar. Başarısız ya da rezil olmaktan korkmadan denemek güzelmiş. En önemli dersim de bu oldu. 





24 Mayıs 2020 Pazar

Korona Günlerinde Bayram

'2020 yılında Şeker Bayramı'nı Korona önlemleri nedeniyle ülke çapında sokağa çıkma yasağıyla geçirdik.'

Tarihte minicik bir satır olacak bu bilgi hepimizde farklı farklı etkiler bıraktı. 2,5 aydır çok da etkilenmediğimi düşündüğüm sosyallikten uzak olma gerçeği bu sefer beni fena çarptı. Tüm hayatım boyunca çok önemli olan bayrama hazırlık, anneanne /anne evine gitme, bayram ziyaretleri, bayram sofralarının yokluğu düşünmediğim kadar derinden etkiledi beni.

Bayrama dair her şeye bayıldığım düşünülmesin. Bir bayram saymıştım, tam 28 ziyaret yapmıştık. Her yerde aynı sorulara cevap vermek, ikramları yemek zorunda kalmak özellikle ergenken pek de hoşa giden konular değil. Hatta bir keresinde kentsel dönüşüm nedeniyle apartmanı yıkılıp, yeniden yapılan akrabamızın evi yerine bir kat üstteki daireye gitmiş ve yanlış yere gelmemize rağmen tabii ki gayet güzel ağırlanmıştk. Küçük yer olduğu için herkes herkesi tanıyordu ve onlar da yanlış geldiğimizi anlamalarına rağmen çaktırmamışlardı.

En güzel bayramlar çocukken yaşanan bayramlar. Çocukluğa anlam katan anneanneler, dedeler, babaanneler birer birer yitip gittikçe bayramlar da nispeten soluklaşmaya başlıyor. Aileye yeni canlar, tatlı bebekler katıldıkça ise bayramlar tekrar neşeleniyor. Hayat döngüsünü tekrar yüzümüze çarpıyor bayramlar. Harçlık toplayan çocuklarken, harçlık veren amca-teyzelere dönüşüyoruz. Sevdiklerimiz ise birer birer meçhule giden gemiye binmiş oluyor.

Bayramlar gidenleri ve onlarla geçen güzel günleri anmak için güzel bir fırsat. Hala hayatta olanların da ne kadar kıymetli olduklarını bir kez daha anlamış oluyoruz. Korona bize gösterdi ki hayatımız her an alt üst olabilir. Alt üst olmadan yaşadığımız anın ve sevdiklerimizin değerini bilmeyi öğrenmek gerek. Kayıpların derinliğini daha çok hissettiğimiz bugünler aynı zamanda elimizdekinin değerini de gösteriyor.

Şu an Korona nedeniyle görüşemediğimiz sevdiklerimiz gün gelecek bir daha hiç bir zaman fiziki olarak göremeyeceğimiz kişilere dönüşecek. Bu basit gerçeği yasaklar nedeniyle tekrar idrak ettim.

Hepimiz geliyoruz ve gidiyoruz. Geride hoş bir sada bırakabilmek ümidiyle!

İyi bayramlar!