27 Aralık 2011 Salı

Namuslu Olmak Ne Zor Şeymiş





Bu yılın beni en çok etkileyen kitabını yılın sonunda okudum. Filiz Ali'nin kaleminden babası Sabahattin Ali'yi anlattığı 'Filiz Hiç Üzülmesin' çok çok özel bir kitap. Benim okuduğum versiyon Sabahattin Ali'nin fotoğraflarıyla süslü, Yapı Kredi Yayınları'nın özel versiyon kitabı.

Sabahattin Ali çoğumuzun 'Aldırma Gönül'  ve  'Benim Meskenim Dağlardır' şarkılarıyla tanıdığı bir yazar-şair-çevirmen. Bazılarımız da 'Kuyucaklı Yusuf' ya da 'Kürk Mantolu Madonna'yu okumuş olabilir. Türk edebiyatındaki güçlü etkisi dışında bence Ali'nin 41 yıllık yaşamının ve ne yazık ki ölümünün sembolik çok büyük önemi var.

İlk Faili Meçhul



Sabahattin Ali sadece düşünceleri, yazdıkları ve yayınladıkları nedeniyle devletin rahat yaşamasına izin vermediği, hapsettiği, öldürdüğü, cesedini yokettiği, bir mezarı çok gördüğü , katilini bulmadığı aydınların en önemli temsilcisi. Yıllarca mezarı olmamış, en son olarak kızı Filiz Ali cansız bedeninin bulunduğu çatağa bir kaya koydurup üstüne 'Benim Meskenim Dağlardır' yazdırmış.

İşte 'Filiz Hiç Üzülmesin' 41 yıllık bir yaşamöyküsünün resimli romanı. Çanakkale kahramanı bir babanın oğlu Ali, Almanya'da eğitim görür. Almanca'dan çeviriler yapar. Kitaplar yayınlar, Hasan Ali'nin kurduğu Tercüme Bürosu'nda önemli işler yapar. Yargılanır, hapis yatar. Aziz Nesin ile meşhur muhalif Marko Paşa mizah dergisini çıkartır. 40'lı yıllarda 64 bin gibi olağanüstü satış rakamlarına ulaşır. Dergi kapatılır, 'Malum Paşa' ve 'Merhum Paşa' isimleriyle tekrar çıkar.

Fakat çember daralıyordur. Polis rahat vermez, iş bulamaz, yurtdışına çıkmak için pasaport alamaz. Bulgaristan'a kaçak geçmeye karar verir. Kaçmak için anlaştığı kişi tarafından dinlenme esnasında kitap okurken arkadan kafasına vurularak öldürülür. Ve faili meçhule kurban giden ilk ve ne yazık ki son olmayan Türk aydını olur.

Kızına Çok Düşkün Bir Babanın Hazin Hikayesi


Hikaye bu haliyle bile çok yürek acıtıcı. Fakat kitapta Ali'yi ailesine ve özellikle küçük kızına çok düşkün bir baba olarak yani gerçek bir insan olarak tanıyoruz. Üzüldüğümüz sadece Türkiye'nin aydınına reva gördüğü hayat değil küçük Filiz'in babasız kalması.

Kitabın dili çok temiz. Fotoğraflar çok güçlü. Tasarımın  ve baskının şıklığı nedeniyle Yapı Kredi  yayınları özel bir teşekkürü hak ediyor. Kitap bir dönemi, bir yaşamı çok iyi anlatıyor. En önemli gücü de samimiyeti ve çok ağdalı anlatılabilecek bir konuyu dümdüz anlatması. Filiz Ali ne kendini acındırıyor ne de durumu abartıyor. Sadece çok net bir gerçeği direk olarak ortaya koyuyor.

Bu gerçeği Ali'nin ölümünden kısa bir süre önce yazdığı yazıdan aşağıdaki bölüm de çok net özetliyor.


“Namuslu olmak ne kadar zor şeymiş meğer!”


“Bir gün Almanların pabucunu yalayan ertesi gün İngilizlere takla atan, daha ertesi gün de Amerika’ya kavuk sallayan soysuzlar gibi olmak istemedik. ...Çalmadan, çırpmadan, bize ekmeğimizi verenleri aç, bizi giydirenleri donsuz bırakmadan yaşamak istemek bu kadar güç, bu kadar mihnetli, hatta bu kadar tehlikeli mi olmalıydı. Namuslu olmak ne kadar zor şeymiş meğer!”



Sözün özü: Bir dönemi anlamak için okunması gereken, iç acıtıcı bir kitap.

23 Aralık 2011 Cuma

Sultan Selahaddin El Kürdi



Reha Çamuroğlu'nun son kitabı 'Sultan Selahaddin El Kürdi' yi çıkar çıkmaz,  alıp okudum. Ne zamandır yazacağım, bir türlü vakit bulamadım.

Çamuroğlu zaten Sultan Selahaddin ile ilgili bir yazıyı da Atlas Tarih aralık sayısına yazmıştı. Kitabın çıkacağından bu sayede haberdar oldum ve Çamuroğlu'nu seven bir okur olarak sevindim.

Sonda söyleyeceklerimden birini başta söyleyeyim. Reha Çamuroğlu'nu ilk kez okuyacaksanız bu kitapla başlamayın. Bu kitap Çamuroğlu'nun en iyi eserlerinden biri değil. 'İsmail 've 'Son Yeniçeri' yazarı tanımak için daha iyi seçimler.

Çamuroğlu farkı

Tarihi romanların popüler olması yeni bir durum değil. Bu akım Muhteşem Yüzyıl'dan çok daha önce Feridun Fazıl Tülbentçi zamanında başlamıştı. Reşat Ekrem Koçu gibi isimler bu alanda çok yetkin kitaplar yazdı. Kahramanlık hikayeleri revaçtaydı.

90'larda özellikle harem temalı kitaplar popüler olmaya başladı. Gerek yabancı yazarların eserleri gerek Türk yazarların romanları özellikle kadın okuyucular arasında yaygın olarak okunmaya başlandı.

Özellikle son dönemdeki popüler  kitapların tarihi ve edebi olarak yetkinliği tartışılır. Çok satan kitapların pek çoğunu yeterli bulmuyorum.

Çamuroğlu ise aslen tarihçi olduğu için diğer Türk yazarlar arasında farkı çok belli olan bir isim. Akademik bir geçmişi olması onun edebiyat yönünü kesebilir ve katır-kutur bir dile sahip olmasına neden olabilirmiş ama olmamış. Dili temiz ve akıcı.

Özellikle Alevi tarihi üzerine araştırmalar yapan Çamuroğlu hem İsmail'de hem de Son Yeniçeri'de bu birikimi kullanmış.

Kudüs Fatihi Selahaddin'in romanı

Selahaddin Eyyubi'ye dair bilgim lise tarih kitaplarındaki ile kısıtlıydı. Haçlılara karşı duran Müslüman savaşçı, Kudus'ü geri alan kahraman, Eyyubi hanedanının kurucusu gibi kısa bilgilerdi bildiklerim.

Kitap Selahaddin'in hayat hikayesini anlatıyor ve Ortadoğu ile İslam dünyasının 12. yüzyıldaki dinamikleri hakkında detaylı bilgi veriyor. Haçlıları yakından tanımaya başlıyoruz.

Kısaca söylemek gerekirse; Bu coğrafya her zaman çorba imiş, kimim eli kimin cebinde belli değil, ticaret her şeyden üstte imiş. İslam'ı öne sürerek konuşanlar ve milleti gaza getirenler çokmuş ama herkesin baş derdi cebini doldurmakmış.

Eyyubi'nin Kürt kökeni hakkında bilgim yoktu ama kitaba göre Eyyubi'nin babası Kürt, annesi Türk. Asıl adı ise Yusuf. Yusuf adı ve Yusuf Peygamber metaforu kitabın önemli bir parçası.

Genç Yusuf'un babası ve amcası dönemin farklı sultanlarının hizmetinde asker olarak çalışıyor. İyi bir eğitim alan Selahaddin de Fatimilerin hizmetinde çalışıp ve başarısıyla öne çıkıyor.

Müslüman-Hristiyan savaşı hiç bitmiyor

12. yüzyıl Haçlıların Ortadoğu'da etkin olduğu ve İslam savaşçılarının moralinin düşük olduğu bir dönem. Selahaddin'in Kudüs'ü geri alması İslam ümmetinin moralini düzeltiyor ve onu tarihe geçen bir kahraman haline getiriyor.

Romanın ana akışı Selahaddin'in savaşları ve İslam-Haçlı gerilimi üzerine kurulu. Selahaddin'in iç dünyasını çok bilemiyoruz. Adil, Hristiyanlara bile hoşgörülü davranan bir kumandan olduğu kesin. Kudüs'te bir kıyım yapmaması ve Hristiyanların hacı olarak gelmelerine izin vermesi Hristiyanların bile Selahaddin'e olumlu bakmasını sağlamış.

Mısır, Suriye, Irak, Hicaz ve Yemen'in fatihi Selahaddin öldüğünde kişisel hiç parası olmadığı için cenazesini kaldırmak başkalarına kalmış.

Selahaddin ile savaşan Aslan Yürekli Richard romanın ana karakterlerinden biri. Selahaddin de bu cesur İngiliz hükümdarı takdir ediyor. Diğer Haçlı kumandanlarına yaklaşımı ile Richard'a yaklaşımı çok farklı.
Richard ile kendisi kişisel olarak görüşmese de yakın adamları sürekli görüşüyor ve yakın ilişki kuruyorlar.

Bu kitaptan öğrendiğim ilginç bir bilgi de Haçlı seferlerine kadın savaşçıların katılması oldu. Haçlılar İslam medeniyetiyle tanışıp, büyük bir etkileşime giriyorlar.

Hasan Sabbah'a bağlı Haşhaşiler ve Dağın Efendisi de etkili tarihi karakterler.

Sultan Selahaddin El Kürdi Ortadoğu'nun karışık etnik yapısını anlamak, güç dengelerinin nelere bağlı olduğunu çözmek için bir ilk adım.

Haçlılarla başlayan Hristiyan ilgisinin hala devam ettiğini, Ortadoğu'da etnik-dini çatışmaların hala sürdüğünü düşünecek olursak tarihin tekerrür ettiğini söyleyebiliriz. Kısacası 'Ortadoğu cephesinde yeni bir şey yok!'





5 Aralık 2011 Pazartesi

Çocuklarla İstanbul Gezmesi

Havaların soğuk olduğu günlerde çocukları oyalamak gerçekten çok zor olabiliyor. Evde oynanacak oyun sayısı belli olduğu ve çocukların enerjisi de çok olduğu için ya aralarında arıza çıkıyor ya da televizyona mahkum oluyorlar.

Ben de bu sene pazar günleri çocukları farklı mekanlara götürmeye karar verdim. Alışveriş merkezlerine çok zorda kalmadıkça gitmek istemiyorum. Gittiğimiz yerleri ve deneyimlerimizi yazayım ki benim gibi çocuklulara kaynak olsun.

İki çocukla gezmenin ipuçları

Öncelikle mutlaka sabah erken yola çıkın. Çocuklar pazar günü bile sabahın köründe kalktığı için bunu başarmak çok zor değil. En geç onda evden çıkmış olun. Yoksa İstanbul'un korkunç pazar-gezme trafiğine takılabilirsiniz. Benim tercihim sabah çıkıp, öğleden sonra iki gibi dönmek.

Sadece tek bir sırt çantası alın. Çocuklar için ayrı, kendiniz için ayrı çanta yapmayın. Tek çantaya hem kendi hem de iki çocuğun eşyalarını rahatlıkla sığdırıyorum. Su, ıslak mendil, yedek kıyafet ve çubuk kraker gibi atıştırmalık yiyecek almadan hiç bir anne evden çıkmaz zaten ama ben yine de hatırlatayım.

Çocukları kat kat giydirin. İçeri gir-çık yapacağınız mekanlar olabilir. Kat kat kıyafetlerle çocukları korumak daha kolay.

Toplu taşıma kullanın. Ben araba kullanmadığım için zaten zorunlu olarak toplu taşıma kullanıyorum ama metro ve vapura binmeyi çocuklar çok seviyor. Hem küçük yaştan bu araçları kullanmayı öğrenmeleri gerek. Akbil'inizi doldurmayı unutmayın.

Rotanızı basit tutun. Bir günde tek bir noktaya gidin ve eve dönün. Çocuklar çok uzun yürüyemiyor ve yorulup, sıkılıyorlar. Mola vereceğiniz yerleri de önceden belirleyin.

Mümkünse yanınızda daha büyük bir çocuk ya da ilgili bir büyük olsun. Çocuklar sizden çok bir abi-ablayı dinlemeye daha yatkın oluyor.

Çocukla Gidilebilecek İstanbul Müzeleri

İstanbul Modern: Modern sanat çocukların sevdiği ve ilgisini çeken bir sanat türü. Özellikle interaktif özelliklere sahip eserlerle bayağı vakit geçiriyorlar. İstanbul Modern'in sabit sergileri de geçici sergileri de ilgilerini çekecektir.

Müzenin cafesi de-önünde dev bir transatlantik durmadığı sürece-  İstanbul'un en harika manzaralarından birine sahip. Fakat kendinizi hazırlayın. Fiyatlar son derece kazık. Elma suyu 12 TL. Çocuklar için sosis- patates kızarması gibi yiyecekler de var.

Hediye dükkanında hem çocuklar hem de ev için güzel ürünler var.

İstanbul Modern'i genelde yabancılar ziyaret ediyor. Sabah saatlerinden itibaren oldukça yoğun. Kesin erken gidin. Biz Kadıköy'den Karaköy'e vapurla gidip, müzeye yürüyoruz.

Santral İstanbul: Bilgi Üniversitesi'nin Haliç kıyısındaki kampüsü nefis bir yer. Dev ağaçların yer aldığı bahçesi her mevsim başka güzel. Buradaki Talimhane isimli cafe pazar kahvaltıları ile meşhur. Fiyatlar ucuz değil. Kişi başı 30 TL gibi.

Komplekse adını veren elektrik santrali şimdi müzeye çevrilmiş durumda. Buradaki sabit sergide enteresan elektrik deneyleri var. Ayrıca santralin içini de gezebiliyorsunuz. Geçici sergi olarak biz 'İklim Değişiklikleri' sergisini gezdik. Çok müthiş değildi.

Biz halamızla beraber, arabayla gittik. Karaköy'e vapurla gidilip, taksiye binmek gerekir.

Salt Galata: Osmanlı Bankası'nın Genel Müdürlüğü artık müze. Karaköy'deki Bankalar Caddesi'ndeki nefis binaların en güzellerinden birini artık ücretsiz gezebiliyorsunuz. Binanın hem mimarisi hem de manzarası çok etkileyici.

İçinde Osmanlı Bankası'nın sabit sergisi var. Bankanın kasasının içine girebilir, ilk tahvilleri inceleyebilir, İmparatorluk tarihiyle paralel ilerleyen Osmanlı Bankası tarihini öğrenebilirsiniz.

Geçici sergi olarak Osmanlı topraklarındaki arkeoloji kazılarıyla ilgili bir sergi vardı. Çocuklar için banka kısmı daha ilgi çekiciydi.

Salt Galata'nın restoranı ve kafesi de var. Haliç'e bakan manzara etkileyici. Servis henüz oturmamış olsa da denediğimiz tatlılar başarılıydı. Kesin ileride çok popüler olur. Keşke ayrı bir çocuk menüsü yapsalar.

Karaköy'e vapurla gidip, müzeye yürüdük.




2 Aralık 2011 Cuma

Beklentilerimi Aşan Bir Kitap



Kız kitabı okumayı sevdiğimi yazmıştım. Bridget Jones ile başlayan ve sonrasında 'chick-lit' denen türe dönüşen kitaplar kafa dağıtmak için birebir. Aralarında çok kötü olanlar da var, Sophie Kinsella ve Jane Green gibi iyi olanlar da var.

David Nicholls'un 'One Day'ini de 'kız kitabı' kategorisinde değerlendirerek almıştım. Çok fazla da bir beklentim yoktı açıkçası. Ama kitap benim beklentilerimi aştı.

'One Day' üniversite mezuniyet gecesi bir partide tanışan ve geceyi beraber geçiren Dexter ve Emma'nın 20 yıla uzanan hikayesi. 20 yılı her yılın 15 Temmuz'undan takip ediyoruz. İki gencin büyümesi, yaşamlarındaki doğru-yanlış seçimlerini, çektikleri acı ve arkadaşlıklarının evrilmesini takip ediyoruz.

Kitap sadece bir aşk hikayesi değil, bir olgunlaşma ve dostluk hikayesi. Ayrıca 80'ler ve 90'lara dair detaylar ve değişen yaşam koşulları ve popüler kültür izleri de gayet iyi kullanılmış.

Kitap çok büyük laflar etmiyor, kahramanlarını abartmıyor, cilalamıyor. Hayata dair ve hepimizin başına gelebilecek doğrular, yanlışlar var.

Ben çok beğendim ve etkilendim. Hem sonunu merak ettim hem de bitmesin istedim.


Hollywood her zaman olduğu gibi başarılı bu kitabı da kaçırmamış ve filmini yapmış. Başrolünde de Anne Hathaway oynuyor. Şimdiki hedefim filmini izlemek.

Not: Ben kitabın orjinalini okudum. O nedenle Türkçe'ye çevirisi hakkında bir yorum yapamayacağım. Genelde bu tip best-seller kitapların çevirileri çok özensiz ve kötü yapılıyor ne yazık ki. O nedenle okursanız İngilizcesini okumanızı öneririm.

29 Kasım 2011 Salı

Yemek İpuçları

Yemek yapmayı ve değişik tarifler denemeyi seviyorum. Fakat çocukların yediği şeyler 5 kalemden ( yoğurt çorbası, makarna, köfte, pilav, yaprak sarma) oluştuğu için çok da fazla yeni yemek deneyemiyorum.

Son zamanlarda denediğim yemeklerden öğrendiklerimi burada paylaşayım.

1) Zeytinyağlı pırasa ve kerevizi portakal suyuyla pişirin

'Portakallı Kereviz' adının 'Zeytinyağlı Kereviz'den daha havalı durduğu kesin. Tadı da kesinlikle çok daha iyi oluyor. Yapımı çok basit. Pırasa ya da kerevizi çiğden koyup az kavuruyorsunuz. Su yerine bir portakalın suyunu koyuyorsunuz. Ekstra suya ihtiyaç yok. Pırasaya pirinç yerine bulgur koymak da lezzeti artırıyor.

2) Tane hardal her yemeğe lezzet katıyor

Son keşfim tane hardal. Biliyorsunuzdur sofralık hardal, hardal tohumlarının sirke, acı biber ve zeytinyağıyla karıştırılmış bir tür sos hali. Tane hardalı büyük marketlerde ve aktarlarda bulabilirsiniz. Ben hem salatalara hem de yukarıdaki portakallı pırasa tarifine koyuyorum. Yemeğe ya da salataya koymadan havanda çok hafif dövmekte fayda var.

3) Kabak tatlısı için kabağı şekerde bekletin

İyi ve hafif bir kabak tatlısı için dilimlenmiş kabakları, tatlıyı pişireceğiniz tencerede üstüne şeker koyarak bir gece bekletin. Sabaha kadar suyunu salmş olacak. Ekstra su koymadan kısık ateşte pişirin. Ben bekletme sırasında kabuk tarçın ve tane karanfil de koydum. Nefis oldu.

Sokrates'in Hocası Anadolulu Kadın Düşünür




Tarihi roman okumaya devam ediyorum. Bu aralar Bizans'a ağırlık versem de arada biraz daha geriye gidip Antik Yunan'a gittim. Haftasonu Semih Tulay'ın 'Miletoslu Aspasia' sını okudum.

Aspasia M.Ö 470 civarında yaşamış ve Atinalı ünlü devlet adamı Pericles'in sevgilisi olmuş tarihi bir karakter. Aslen Miletos( Aydın yakınları) doğumlu olduğu  ve Atina'ya gidip Perikles'in sevgilisi olması dışında hakkında çok fazla net bilgi yok. Sokrates ile dost olduğu hatta ona hocalık ettiği de biliniyor.
Hem politikaya hem de dine karşı özgür fikirleriyle tanınan hatta bu fikirleri nedeniyle başı belaya giren bir kadın.



İyi eğtim gördüğüni de rahatlıkla söyleyebiliriz. Kadınların hiç bir varlık gösteremediği Antik Yunan'da öne çıkan ilk kadın olmuş, felsefe ve politikada önemli yer edinmiş biri olarak da kadınlar açısından çok önemli bir figür. Ayrıca günümüze kalan heykellerine bakacak olursak çok güzel bir kadın. Tam klasik güzel denecek kadınlardan.

Arkeolog Semih Tulay bilinenlerden yola çıkarak ve Aspasia'yı ete, kemiğe büründürmeye çalışmış. Kitap tarihi roman olarak çok başarılı değil çünkü anlatım çok iyi değil, gerilim ya da duygu yok.Karakterler yüzeysel, diyaloglar katır kutur.

Fakat  dönem tarihini ve insanların yaşam koşullarını öğrenmek için faydalı bir kitap. 3000 yıl önce bu topraklarda nasıl yaşanırmış öğrenmek için okunabilecek bir kitap. Bence çok fazla bir şey değişmemiş.
Ege kıyıları hala çok güzel, düşünmek hala başa bela...

22 Kasım 2011 Salı

Hedefe Adım Adım

Yılsonu hedeflerimi belirlerken onlara ulaşacağımdam çok emin değildim. Biliyorum, hedef belirlerken kararlı olmak ve plan yapmak gerekli ama ben ne yazık ki kendime bu konuda pek güvenmiyordum.

Fakat bilin bakalım ne oldu? Hedeflerimde hiç de fena bir durumda değilim.

İlk olarak vişne likörünü yaptım. Beğenilmesinin gazıyla şimdi de portakal likörü yapmayı amaçlıyorum.

Ulaşılması en zor hedefim gibi duran Pilates'e başladım. Haftada iki gün aletli pilatese gidiyorum ve çok mutluyum.

Nohut mayalı ekmek konusunda kayınvalidem ve anneannem 'Çok zor' yorumlarını verse de yapmaya karar verdim. Hatta ilk adımı dün gece attım. Macerasını ayrıca yazacağım.


Şimdi geriye bir Moby Dick'i okumak kaldı. Onu da satın alalı epey oldu aslında. Fakat çok kalın bir kitap olduğu için çantada taşıması zor, ağırlık yapıyor. E-kitap olarak İngilizce versiyonunu indirdim ama dili zor geldi.

Bakalım, bir yolunu bulacağız artık !

14 Kasım 2011 Pazartesi

Steve Jobs'un Olağanüstü Hayatı





Tarihi şekillendiren kişilerin  hayatını okumak zevklidir. Özellikle de iyi yazılmışsa.  Hem bir dönemi anlarsınız hem de dünyayı değiştiren o kişinin beyninin içinde gezdiğinizi hissedersiniz. Walter Isaacson'un yazdığı Steve Jobs'un biyografisi tam da bu tanıma uyan bir kitap.

Steve Jobs şu an yaşadığımız dünyayı şekillendiren kişilerden biri. Yarattığı ürünler sadece teknoloji değil, sanat dünyasını da değiştirdi. Zaten onun en sevdiği ürünler mühendislik ve sanatı birleştiren ürünler. Bir sanat eseri gibi görünen bilgisayarlar, tasarım müzelerinde sergilenen müzikçalarlar yaratmayı sevdi. Bir mühendisten çok bir sanatçının duyarlılığına sahipti.

Kompleks bir karakter



Yaratıcı, mükemmeliyetçi, vizyoner ve dahi... Bunlar onun olumlu yanları. Bir de karanlık yüzü var. Kinci, takıntılı, kaba, dikkafalı ve başkasının sorunlarına ilgisiz. Ayrıca sevgilisinden olan çocuğunun kendisinden olduğunu  yıllarca kabul etmeyen ve çocuğun ABD'nin %28'inden olduğunu iddia edebilecek kadar adi biri.

Kafasının dikine gitmesi ve gerçekliği kendine göre çarpıtması müthiş ürünler yaratmasını sağlamış. Ama aynı zamanda kansere ve tedavi yöntemine inanmadığı için ameliyat olmaya 8 ay sonra ikna olmuş.

Yaşadığımız dünyayı şekillendirdi

Kitapta evlat edinilmesinden, hippi dönemine, Hindistan ziyaretinden üniversiteyi  bırakmasına  kadar onu şekillendiren en önemli dönemler detaylı olarak anlatılmış. Zen inancı Jobs'un  düşüncelerinde odaklanmasında ve ürünlerinde sadeliği öne çıkartmasında çok önemli. Bir dönem yoğun kullandığı LSD ise yaratıcılığını körüklüyor.

Ürünlerin yaratılış hikayesini okumak tarihe şahit olmak gibi. İki gencin bir garajda yarattığı bilgisayar tüm dünyayı etkisi altına alıyor. Bill Gates ve Jobs arasındaki ilişki şu anda kullandığımız bütün programları etkiliyor.

Kitapta beni şaşırtanlar:


  • Steve Jobs ile Joan Baez'in sevgili olması
  • Steve Jobs'un kabalıkları
  • Steve Wozniak'ın çok iyi kalpli olması
  • Jobs'un ne çok ağladığı
  • Jobs'un her ürünle ve iş modeliyle ne kadar detaylı ilgilendiği ve her şeye hakim olması
  • Apple'den kovuluşundan ders çıkartması ve küllerinden doğmayı başarması
Kitap içinden en az üç kitap çıkacak kadar çok malzemeye sahip. Bir roman karakteri kompleksliğine sahip Jobs hakkında eminim daha çok kitap yazılacak. Onun farklı sektörlere etkisi ve dehası daha çok tartışılacak.

Bende kalan son duygu : Apple'ın Jobs'suz işi çok zor. Onun yaratıcı dehasının yerini doldurmak imkansız.


9 Kasım 2011 Çarşamba

Kurban bayramı bitti ve yine işimizin başına, rutinimize döndük. Bayramı en geleneksel şekliyle, Bursa'ya gidip, akraba ziyaretleri yaparak geçirdik.

Çocukların bayramları geleneksel şekilde yaşamalarının önemli olduğunu düşünüyorum. Çekirdek aile dışında geniş ailelerini de tanımaları, kalabalıklar tarafından sevilmeleri, geldikleri yeri öğrenmeler önemli.

Ayrıca bizim gibi dört kuşak birarada olabilmek yaşamın bir mucizesi. Bunun güzelliğini ise yazık ki ancak kaybedince anlayabiliyoruz.

Bu bayram 7 kapı gezerek yaptık bayram ziyaretlerimizi. Zamanında 19 kapı gezip, rekor kırmışlığımız olduğundan eskiye göre kapılarımız oldukça azalmış durumda.

Bayram sofralarımız kalabalıktı, neşeliydi.Gidenleri andık, gelecekler için meraklandık.

Kuzey ve Zeynep geleneksel hayvanat bahçesi ziyaretlerini yaptılar. Bol bol şeker, baklava yediler. Harçlık toplayıp, pilli arabalarda harcadılar.

Kuzey okumayı sökmeye başladı. Hoşuna da gidiyor. Zeynep rahat verdiği zamanlarda kendi başına ödevini yapıyor.

Dün Kuzey'in üç yaşındaki resimlerini buldum. Şu an Zeynep'in olduğu yaştaymış. Zaman nasıl su gibi akıp geçiyor ve biz de onunla sürükleniyoruz.

Anın farkında olmak ve özellikle asla bir daha yakalanamayacak çocukların büyüme anlarını kaçırmamak. Önemli olan gerçekten sadece bu. Ama 'Ah büyüse, şu işi yetiştirmem lazım, şimdi seninle ilgilenemem' diye kaçırıyorum anları. Onlarla özel şeyler yapmak, yeni alanlar keşfetmek lazım. Bir de seyahat etmek. Birlikte seyahat etmenin çocuklar için çok özel bir deneyim olduğuna inanıyorum.

Türkiye'deki yakın yerlerden başlayarak onlarla beraber yolculuk etmek istiyorum. İlk hedefler: Edirne, Eskişehir ve Kapadokya...

3 Kasım 2011 Perşembe

Düğün Çorbası Tarifim

Düğün çorbası benim sevdiğim çorbaların başında gelir. Ama yapmasının zahmetli olması nedeniyle şimdiye kadar hiç yapmamıştım. Ama geçen pazar canım çekince, iş başa düştü. Yaptım ve nefis oldu. Kış aylarına ve özellikle bayrama layık bir çorba.

Malzemeler:

1 kuzu gerdan
Tereyağı
3 kaşık un
1 yumurta sarısı
1 bardak yoğurt

1)İşe kuzu gerdanı haşlamakla başlıyoruz. Ben düdüklü tencerede, bir çorba kaşığı tuzla, 45 dakika haşladım. Haşlama suyuna limon sıkabilir ya da kereviz sapı-maydanoz gibi tat vericiler ekleyebilirsiniz.
2) Ardından et suyunu süzün.
3) Gerdanı biraz soğuduktan sonra didikleyin ve etleri ayrı bir kaba alın. Dikkat edin içinde kıkırdak ya da kemik parçası kalmasın.
4) Tereyağında unu kavurun. Topaklanmamasına dikkat edin. Ardından halen sıcak olan etsuyunu üstüne ekleyin. Ben kavurduğum unun üstüne bir bardak kadar etsuyu ekledim. Un topaklandı. El blenderi ıle bizzt yaptım ve hiç topak kalmadı.
5) Kalan etsuyunu ve et parçalarını ekleyin.
6)Bir kasede yumurta sarısı ve yoğurdu çırpıp, terbiyeyi hazırlayın. İçine bir kepçe sıcak çorba ekleyip ılıştırın.
7) Terbiyeyi ip gibi akıtarak çorbaya ekleyin. Burada amaç terbiyenin kesilmesini önlemek. O nedenle sıvıların sıcaklıkları birbirine yakın olmalı.
8) Bir taşım kaynatın. Altını kapatıp, 10 dakika dinlendirdikten sonra servis edin.
9) Dilerseniz üstüne yağda kızdırılmış kırmızı biber dökebilirsiniz.

Not: Gerdan bulamazsanız bu çorbayı  250 gr. kuşbaşı kuzu etiyle de yapabilirsiniz. Ama bence gerdanla yapmayı deneyin. Gerdan eti ve kemik suyunun tadı başka çünkü.

Neslişah; Osmanlı'nın Bilmediğimiz Sonu




Murat Bardakçı'nın yazdığı 'Neslişah'ı okudum. Çok akıcı bir dille yazılmış, bilmediğimiz yakın tarihimizi ve özellikle Ortadoğu tarihini de anlatan önemli bir kitap. Türkçe  tarihi romanların çoğunun  kötü dilinden ve doğru düzgün editöryel süreçten geçirilmemesinden şikayet ettiğim için bu kitap çölde bir vaha gibi geldi.

Osmanlı Hanedanı'nın acıklı sonu

Neslişah hem son padişah Vahdettin'in, hem de son halife Abdülmecid'in torunu. İsmi hanedan defterine kaydedilen ve adına sembolik de olsa altın bastırılan son Osmanlı. Bir Osmanlı prensesi olarak doğduğu topraklardan 3,5 yaşındayken sürülen, hayatı boyunca en şaşaalı ortamlarda da bulunan, büyük zorluklar da çekmiş bir prenses.


Ve çok güzel bir kadın. Annesi Sabiha Sultan çok güzel, babası Şehzade Ömer Faruk da yakışıklıymış. Neslişah'ın kardeşleri Necla ve Hanzade de çok güzeller. Aile fotoğraflarıyla süslenen kitap o nedenle sadece okumak için değil, bakmak için de nefis. Ailenin sadece güzelliği değil, vakur duruşu da fotoğraflarda belli oluyor.

Kitap; tarih kitaplarında 'Vahdettin İngilizler'in yardımıyla kaçtı' cümlesinden sonrasını anlatıyor aslında. Osmanoğlu Hanedanı'nın 155 mensubu 1000'er İngiliz Lirası ve 'Vatansız' pasaportlarıyla ülkeden sürülüyor. İsviçre, Fransa ve İtalya'ya dağılıyorlar. Gerçek dünyaya dair hiç bir şey bilmeyen kadınlar ve erkekler çok acı olaylar yaşıyor. Dolandırılıyor, sokaklara düşüyorlar. Paraları bitince büyük borç yükü altına giriyorlar. Öyle ki Vahdettin vefat ettiğinde alacaklılar tabutuna ve naaşına haciz koyuyorlar. Neslişah'ın  giyecek eteği olmadığı için okula gidemediği zamanlar oluyor.

Kitap bir Osmanlı prensesinin maceralı hayatını anlatıyor. Hem Neslişah'ın hem de ailenin geri kalanının ayakta kalma mücadelesini dönemin tarihi ile paralel okuyoruz. Prensesler dünyadaki Müslüman krallıklara gelin gidiyor. Hindistan'dan Mısır'a Müslüman coğrafyanın her tarafına dağılıyorlar.

Tarih Ortadoğu'da tekerrür ediyor

Bizim şu aralar 'Arap Baharı' nedeniyle ilgilendiğimiz ve aslında çok da hakim olmadığımız Ortadoğu hakkında da önemli bilgiler var kitapta. Bu coğrafya her zaman kanlı darbelerin, vahşetin ve gücün ani değişiminin mekanı olmuş. Neslişah'ın evlenerek gelin gittiği ve bir dönem first-lady'si olup, bir kaç defa da yargılandığı Mısır nefis bir örnek. Şimdi bir çalkantı yaşayan Mısır aslında bunun benzerlerini 60'lı yıllarda yaşamış. Güç hızla el değiştirmiş.

Ya da Libya'da Kaddafi'nin linç edilmesinin aynısı Irak'ta yaşanmış. Neslişah'ın yeğeni Fazile'nin nişanlısı Kral Faruk ve akrabaları darbeciler tarafından paramparça edilmiş. 'Irak'ın hiç bir hükümdarı yatağında ölmez' deniyor kitapta.

Kitap, bu geniş coğrafya ve tarihe giriş açısından çok başarılı. Bardakçı'nın dili çok temiz. Tabii, aslında bu kitaptan en az 10 kitap çıkar. Her karakter, her dönem kendi başına kitap olabilecek kadar ilginç.

Koç'tan İngiliz Hasta'ya herkes burada

Karakterler demişken, çok ilginç tarihi karakterler de çıkıyor karşımıza. Mesela Vehbi Koç hanedanın sürgün kararını yazan Meclis katibi imiş. Dönemim Ankara'sında okuma yazma bilen çok az olduğu için bakkallık yapan Koç'u yazman olarak çağırmışlar.

Ayrıca benim çok beğenerek izlediğim 'İngiliz Hasta' filminin ana kahramanı Macar Kont Almasy'nin de gerçek bir karakter olduğunu öğrendim. Hatta Neslişah'ın yakın dostuymış. Mısır'da Alman casusu olarak çalışıyormuş.


Neslişah Sultan hala yaşıyor. 6 dili mükemmel konuşup, yazan , dünya çapında bir entellektüel olduğunu söylüyor Bardakçı. Bu kitapta onun hayatını öğreniyoruz. Ama kitap 1960'larda Türkiye'ye yerleşmesiyle bitiyor. Buradaki yaşamını mümkün olduğunca sessiz yaşıyor. Bunu da çok rahat anlıyoruz tabii.

'Güzel ne varsa dedelerim yapmış'

Ama ben yine de hayatının yanısıra iç dünyasını da öğrenmek isterdim Sultan'ın. Osmanlı ve Türkiye hakkındaki düşüncelerini, eleştirilerini de okumak isterdim. O da artık bir sonraki kitaba.

Kitapta ayrıca hanedan üyelerinin birbirlerine yazdıkları mektuplar da var. İnanılmaz güzel  ve zengin bir dille yazılmış mektuplar da çok kıymetli.

Neslişah'ın kitabın sonundaki sözü ise çok vurucu : 'Bu memlekette güzel olan ne varsa dedelerim yapmış'

31 Ekim 2011 Pazartesi

Bizans Yaşıyor




2011 yılı benim için Bizans yılı oldu. Bloga yazmaya fırsatını bulamadığım pek çok Bizans romanı ve tarih kitabı okudum.

Aslında derli toplu ve uzun bir Bizans kitapları yazısı yazmak istiyordum ama sanırım mümkün olmayacak. O nedenle en son okuduğum romanı yazmak daha akıllıca olacak.

Bendeki Bizans merakı buraya da yazdığım Selçuk Altun’un ‘Bizans Sultanı’ ile başladı. Yaşadığımız topraklarda 1100 sene hüküm sürmüş bir imparatorluğu ve medeniyeti çok az tanıdığımı farkettim. Osmanlı’nın 700 sene yaşadığını, Cumhuriyet’in henüz 88 yaşında olduğunu düşünecek olursak Bizans’ın ne kadar köklü ve etkili olduğunu daha iyi anlayabiliriz. Mimariden, müziğe, yemekten dile Bizans etkisi Osmanlı’da çok belirgin. Yapısal ve tarihi tartışmaları sonraya bırakarak son okuduğum romana döneyim.

Bizans'ı yakından tanıyalım


Haldun Hürel’in ‘Prenses Maria’ adlı kitabını okudum. Kitabın alt başlığı da ‘Bizans İstanbul’unda Ölümsüz Bir Aşk’. Haldun Hürel yetmişlerin ünlü müzik grubu ‘Üç Hüreller’in bir üyesi. Aynı zamanda da büyük bir İstanbul meraklısı. İstanbul tarihiyle ilgili çok sayıda kitabı var.

Roman, Haçlılar’ın istilasından kurtulan ve tekrar Bizans hakimiyetine geçen İstanbul’da 1261 yılında geçiyor. Latin istilası Bizans başkentini harap etmiş, en güzel eserler başta Vatikan olmak üzere Avrupa ülkelerine gönderilmiştir. İmparator Mikael hem Bizans’ı imar etmeye çalışmakta hem de karmaşık gönül ilişkileriyle uğraşmaktadır.


Kitapta ‘Tiran’ olarak tanımlanan Mikael’in gayrımeşru ilişkiden olan kızı Maria da kitabın ana kahramanı. Mikael, ondan habersiz hamile kaldı diye kızının annesini bozuk boğa kanı içirerek öldürmüştür. Maria özgürlüğüne düşkün bir kız olarak kılık değiştirip, İstanbul sokaklarında gezmeye bayılır. En çok merak ettiği ise karşı yaka- Galata’dır. Ve olaylar gelişir.

Tarihi bilgiler doyurucu, roman kurgusu eksik

Haldun Hürel belli ki uzun araştırmalar sonucu bu bilgilendirici kitabı yazmış. Kitap gerçekten de 13. yüzyıl Bizans’ını ve yaşayışını detaylarıyla anlatıyor. Yemeklerden, işkence çeşitlerine kıyafetlerden dönem mimarisine kadar pek çok konuda detaylı bilgi sahibi oluyorsunuz. Ama bunlar kitabı iyi bir tarihi roman yapmaya yetmiyor. Karakterler tek boyutlu, hikaye yeterince sürükleyici değil.

Maria günümüz İstanbul'unda yaşamaya devam ediyor

Kitaba adını veren Maria’nın tarihe geçmesine ve kilise tarafından ‘Azize’ ilan edilmesine neden olan özelliğinden ancak kitabın sonunda çok kısa bahsediliyor. Maria , Moğol İmparatoru Hülagü’ye gelin olarak gönderiliyor ama Hülagü daha o yoldayken ölüyor. Maria da Hülagü’nün oğlu ile evleniyor. Ve  Moğol sarayında önemli bir figür haline gelip, Moğolların Hristiyan olmasında etkili oluyor. Daha sonra İstanbul’a geri dönüyor ve Haliç kıyısında bir manastır –kilise kuruyor. Bu kilise- Kanlı Kilise ya da Moğolların Meryemi Kilisesi –adıyla biliniyor ve hala faal. Kilisenin diğer bir özelliği ise Bizans döneminden kalan tek faal kilise olması.

Maria’nın sureti İstanbul’da sadece kilisesinde değil önemli bir mozaikte de yaşıyor. Kariye Müzesi’nde de Maria’nın rahibe kıyafetli bir mozaiği var. Kitabın kapağında da bu mozaik yer alıyor.

Kitabı okurken Radi Dikici’nin ‘Şu Bizim Bizans’ ve John Freely’nin ‘Strolling Through İstanbul’ kitaplarından da faydalandım. Bu kitapları da ayrıca yazmak isterim.

Sözün özü:

Prenses Maria ancak Bizans meraklılarına hitap edecek bir tarihi roman. Ben faydalandım ama özellikle bu dönemi merak etmeyen okurların çok ilgisini çekeceğini  sanmıyorum.

21 Ekim 2011 Cuma

Zor bir hafta...

Ne kadar kötü bir hafta...İçinde bulunduğumuz duruma, yaşanan acılara rağmen normal hayatına devam edebilen var mı? Kan dökülürken, genç bedenler toprağa düşerken, düşmanlıklar bilenip, taraflar keskinleşirken sakin kalmak çok zor.

Ama sakin kalmak zorundayız. Kana kan, dişe diş ile çözülseydi bu işler 30 yılda çözülürdü zaten. Aynı şeyleri yapıp, farklı sonuç beklemek aptallık. İpleri daha fazla germenin kimseye faydası yok.

Ölüme dair değil, hayata dair konuşmak lazım. Ama kimsenin buna niyeti yok gibi duruyor.

11 Ekim 2011 Salı



Çok farklı bir yemek kitabı okudum. Aslında bitiremedim, yarım bıraktım. Zevk alarak, tariflerini ‘Bu ne kadar güzel olur’ diyerek hayalimde canlandırdığım bir kitap olmadı. Aksine acı çektiğim ve okumakta zorlandığım bir kitap oldu.




Muhsin Kızılkaya’nın ‘Açlığın Sofrasında’ adlı kitabından bahsediyorum. Tam da sevdiğim tipte bir yemek kitabı aslında. Yemek tarifleri anılarla paralel gidiyor, tarihi detaylar var. Sadece yemekle ilgili değil, yaşayışla da ilgili pek çok detay var.



Fakat bütün bu hikayeler, detaylar, anılar çok acıklı. Daha ilk hikayede, bir annenin aç çocuğunu doyurmak için hayvan yemlerini değirmende öğütüp pişirmesiyle çarpılıyorsunuz zaten. Ardından Kürtlerin tarihi hikayeleri, yemeklerle hemhal olmuş bir şekilde anlatılıyor. Bu coğrafya sert, acımasız bir coğrafya. Sadece günümüzde değil, sürekli kanla yoğrulmuş bir coğrafya. Osmanlı döneminin son zamanlarında daha da kanlı günler yaşanmaya başlanıyor. Nasturiler’le savaş, kendi aralarında savaş derken hep kan dökülüyor. Zaman zaman kan duruyor, büyük barış yemekleri düzenleniyor ama esas olan savaş oluyor.



Açlığın Sofrası’nda okuması kolay bir yemek kitabı değil. Zaten asıl olarak bir yemek kitabı değil. Yemeği metafor ve detay olarak kullanan bir tarih kitabı bence. Açlığı, kanı, töreyi anlatan zor bir kitap. Kürtleri ve Güneydoğu bölgesindeki farklı kültürlerin birbiriyle ilişkisini anlamak için de iyi bir rehber. En azından benim için.